billurtaj

SIRMA: Hayalinin Peşinde Bir Başına Buyruk

Sırma ile müziğe, hayata ve kariyerine dair tatlı bir sohbet gerçekleştirdik.

Müzikle olan ilişkin hayatının hangi noktasında başladı ve profesyonel olarak yapmaya ne zaman karar verdin ? 

Hayatımda hep vardı. Bebekken bile müzik olmadan yemek yediremezlermiş, müzik olunca dikkatim dağıldığı için ağzımı açar yermişim. 😀 Doğa meselesi herhalde, ne biliyim… Klasik piyano dersleri alarak başladım, solfej eğitimi de aldım ilk okul çağında. Okulda her türlü müzik kulübünün içinde vardım; zaten müzik öğretmenleri kulağı iyi olan bir öğrenciyle karşılaşınca hemen destek oluyorlar, yani en azından benim durumumda hep böyle oldu… Bir ara konservatuar sınavlarına hazırlanmayı bile düşündüm. Robert Kolej’i kazanınca vazgeçtim. Lisedeyken sesim yavaştan oturmaya başlayınca, müzik öğretmenimiz ve orkestra şefimiz Deniz Baysal’ın tavsiyesiyle caz vokal dersleri almaya başladım. Randy Esen ile özel derslere devam ettik bir süre. 2007’de Berklee’nin yaz programına katılmak için Arif Mardin bursuna başvurup kazanınca Berklee’de 5 hafta geçirdim. O zaman 17 yaşımdaydım, üniversite sınavlarına iki sene vardı (Robert’te program 5 yıllık, hazırlık senesi olduğu için). Ordaki tecrübelerimden sonra müzik okumaya kesin karar verdim. Berklee’ye ve The New School’a başvurdum. The New School’da ilk aşamayı geçtim, o arada Berklee’den kabulüm bir de %30 yetenek bursu geldi. Zaten o zamanlardan daha müzik prodüksiyonu konusunda da kendimi geliştirmek için hevesliydim, o yüzden hiç düşünmeden Berklee’yi seçtim. Benim için Berklee’yi seçtiğim an profesyonel olarak müzik yapmaya karar verme anı.

Gazeteci bir aileden geliyor olmak bir avantaj mıydı yoksa Vahap Munyar’ın kızı olarak en azından Türkiye’de ufak da olsa gölgede hissettin mi?

Ben hem annemin hem de babamın başarılarıyla hep gurur duydum. Gölgede kaldığımı hiç bir zaman hissetmedim. Zaten şan şöhret hem müzikte, hem de gazetecilikte bizim ailede bir amaç değil bir araç. Ben göz önünde yaptığım işleri anlattıkça kitlemi genişletebiliyorum ve müzik endüstrisinin ilgisini çekmeye devam edebiliyorum. Ekmek paramı müzikten kazanabilmek için de, kariyerimde yükselmeye devam edebilmek için de bunu yapmak zorundayım. 

Avantaj ve dezavantaj konusu da şöyle… Avantaj Türkiye’de çevremizin geniş olması. İlk başta aldığım burs, Nardis’in caz vokal yarışmasına 18 yaşımdayken katılıp üçüncü olmam falan, bunlar yazılıp çizildiğinde benim annem babam kimseye “bunu haber yapar mısınız,” demedi; insanlar soyadımı tanıdılar, bağlantıyı kurdular ve şöyle bir durum oldu: “Vaay Vahap abi senin de kızın amma yetenekliymiş yahu!”

Ama bir süre sonra edindiğim her başarı babamın pozisyonuna bağlanmaya başlanınca soyadımı kullanmamaya karar verdim solo projemde. Soyadımdan gurur duyuyorum ama sürekli insanlarla polemiğe girmek istemiyorum. Bazen, “Robert Kolej’den çıkıp Berklee College of Music’i burslu kazanmışım, sonra da üstün yetenek vizesiyle Amerika’da müzikten ekmeğimi kazanmayı başarmışım, daha ne yapayım?” deseniz de art niyetli insanları ikna edemiyorsunuz. Türkiye’de avantajlı olsam bile Amerika’yı seçmişim, zorun peşinden koşmuşum, orda sıfırdan başlamışım falan hikaye bu tür insanların gözünde ne yazık ki… O yüzden varsın bilen bilsin, bilmeyenler de sanatımı tanısınlar önce istedim. 

İstanbul’da büyüyüp yurt dışına yerleşmek çevremizde de gördüğümüz bir şey fakat senin için bu kariyerin için alınmış bir karar sanırım. En başından beri maceracı mıydın ? Yoksa cesaret toplaman gerekti mi?

Maceracı demeyelim de başına buyruk diyelim. Hem tek çocuk olmakla alakalı bir şey bence, hem de hayatları boyunca durmadan her gün çalışmış birer anne babanın çocuğu olmakla… 

Kesinlikle kariyer ile ilgili bir şeydi. Hala da insanlar “Tam dönsen aslında Türkiye’ye burda önün çok açık!” diyorlar ama özellikle son iki senedir orda güzel bağlantılar kurdum, işler bağladım ve yavaştan o her zaman hayalini kurduğum global kariyer planıma erişmeye başladığımı hissediyorum. Bazı insanlar dışardan bakınca sadece SIRMA adı altında bir projem olduğunu, başka bir işle meşgul olmadığımı düşünebilir ama ben müzik endüstrisinde farklı dallarda bir sürü işler yaptım senelerce… Geçen sene New York merkezli, internet üzerinden mentorluk sistemiyle eğitim veren müzik okulu Soundfly’dan gelen teklif üzerine, vokal prodüksiyonu tekniklerimi kapsayan bir ders yazdım mesela. Adı Modern Pop Vocal Production: https://soundfly.com/courses/pop-vocal-production

2019’daki en büyük projemdi. Müfredat, şarkılarımdan sesli örnekler, videolu anlatım hazırlıkları ve çekimleri, yazılı içerikler… 6 haftaya sığdırılmış dolu dolu bir ders. O dersi seçtiğim bazı öğrencilere kendim okutuyorum. Soundfly’da müzik prodüksiyonu, şarkı yazımı, düzenleme ve armoni üzerine, başka değerli uzmanların yazdığı dersleri de okutuyorum. İstanbul’dayken bile devam ediyorum öğretmeye. Öğrettiğim derslerin listesi de burda:https://soundfly.com/mentors/sirma-munyar

Onun dışında LANDR, TuneCore, Sonicbids gibi müzisyenlere yönelik sitelerde makaleler yazıyorum. Yazdığım makaleleri sitemde topluyorum, burdan ulaşabilirsiniz: https://sirmamusic.com/articles-written-by-sirma 

Ortak projeler var ufukta, sadece Türkiye’den değil, Amerika’dan da… 

Yani belki Türkiye’ye hemen dönseydim Türkiye’de daha çok tanınırdım, hatta belki daha da iyi kazanırdım, kim bilir… Ama içimden bir ses doğru yolda olduğumu söylüyor.

Berklee Müzik Okuluna giden o başarı dolu yoldan bahsetmek ister misin?

Yukarda biraz bahsettim aslında ama şöyle bir anı da var, onu da paylaşayım madem soruldu… 2016’da benim Berklee’nin yaz okulundan haberim vardı. O yıl Arif Mardin’le tanışma mücadelesi veriyordum, fakat kısmet olmadı. Arif Mardin o sene vefat etti. Ertesi sene onun anısına Berklee ve The American Turkish Society bir araya gelerek Arif Mardin bursunu ilan ettiler. Meğer Arif bey vefat etmeden önce beni tavsiye etmiş Berklee’ye. Email üzerinden demo kayıtlarımı göndermiştim o zamanlar, dedim ya, tanışmaya çalışıyorum o dönemde… Berklee’ye gittiğimde 2017 yaz programı için bir ara beni ofise davet edip, “İsmini görünce hemen tanıdık Arif Mardin’in ölmeden önce attığı emailden,” dediler. Üniversite eğitimi için Berklee’yi düşünüp düşünmediğimi sordular, CV’mi geliştirmek için neler yapabileceğim konusunda tavsiyeler verdiler… Mesela Nardis’in Caz Vokal yarışmasına da bu yüzden başvurdum ben aslında 2008’de. 2009’da Berklee’ye başvuracağımı biliyordum ve CV’mi lise öğrencisi bile olsam geliştirmek için elimden geleni yapmam gerekiyordu. Neyse, bu da böyle bir anı işte. Yüz yüze tanışamadık, ama Berklee’ye giden yolda Arif Mardin’in katkısı büyük. 

Tarzını anlatan tek bir kelime bulamamakla birlikte sanki bir çok tarzı kucaklıyor denilebilir. Caz, alternatif pop, elektronik gibi bu konuda ne düşünüyorsun? Müziğe başladığın ilk dönemden bugüne senin tarzında değişen şeyler neler?

Caz çok yok artık aslında içinde ama yer yer caz armonisi serpiştirdiğim, caz vokal tekniklerimi kullandığım doğru. Ben Alternatif Elektronik Pop diye geniş bir tanım buldum. Sınırlandırılmak istemiyorum. Fabrika üretimi bir şarkıcı değilim; içimden ne geliyorsa olduğu gibi hayata geçirip yayınlıyorum. Tabii ki her insan gibi ben de değişiyorum. Ben değiştikçe müziğim de dönüşüyor. 

İlk dönemden bu yana müzik prodüktörü olarak ve ses mühendisi olarak çok yol kat ettiğimi, bunun da şarkılarımın yaratım süreci üzerinde büyük bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Şimdi artık bir şarkıyı yazarken, düzenlemeye başlarken, gözlerimi kapatıp son geleceği hali az çok hayal edebiliyorum. Eskiden öyle değildi. 

Söz yazma, üretme sürecini de merak ediyorum. ’Belki bir gün’ klibinin başındaki gibi bir an uyandığında kaydetmen gereken bir melodi ya da söz ile kalkıyor musun? Ya da çok disiplinli misindir yoksa metroda bile yazabilenlerden misin? 

Kendi projemde disiplinli olma lüksüm yok ne yazık ki. Keşke biri bana bir bütçe verse, “sen sadece kendi projene odaklan bundan sonra!” dese… Son bir aydır mesela hiç yeni müzik yapmadım, tek bir şarkı bile yazmadım. Öğrencilerim, aldığım makale işleri, ve Amerika’da çalışmam için her üç yılda bir yenilemek zorunda olduğum üstün yetenek vize başvurum için hazırladığım yüzlerce sayfalık portfolyo bütün zamanımı yedi bitirdi. Ama az kaldı, hafifliyor. Bitince projelere devam…

Vaziyet böyle olduğu zamanlarda aklıma gelen her fikir çok kıymetli olduğu için gerçekten de kaydettiğim oluyor klipteki gibi. Ama son zamanlarda bıraktım melodi ve söz üzerinden ilerlemeyi. Bu yeni bir durum; tam bu vize yenileme dönemi öncesi, yeni bir yaratım süreci başlamıştı benim için… Önce alt yapı, sonra sözler melodiler şeklinde bir süreç… Biraz daha kompozitör edasıyla yaklaşmak müziğe kısacası. Sanırım bu kriz dönemi bitince bir süre o stratejiyi takip edeceğim çünkü en verimli sonuçlar ordan çıkıyor şu aralar. 

Akon ve bir çok ülkeden genç sanatçıyla beraber yaptığınız ‘Oh Africa’  süreci hakkında neler söylersin? Bilirsin ki sana ülkemizde ‘Akon ile düet yaptııııııı’ gibi bir bilinirlik kazandırdı :)) 

Milli gurur çizgisine çekildiği için millet hemen abartıyor. Düet değil; geri vokalleri kaydettim “Oh Africa”da Los Angeles’ta. Benim gibi 15 genç vokalist daha vardı stüdyoda başka ülkelerden. Soweto Gospel Choir da kayıt aldı bizimle. Sonra hepimiz birlikte klipte oynadık. Olay bu! Asıl düeti yapan kişi Akon ile birlikte Keri Hilson’dır o projede.

Pepsi’nin bir organizasyonuydu. Nardis yarışmasından sonra hakkımda çıkan haberleri görmüşler, o zaman MySpace sayfam vardı, demo kayıtlarımı ordan dinlemişler… Sonra beni buldular ve dediler ki, “Akon’ın projesi için farklı ülkelerden genç sesleri bir araya getiriyoruz, düşünür müsün?” Bir hafta Los Angeles’ta Record Plant stüdyolarında önce prova, sonra kayıt… Ardından da başka bir platoda klip çekimi şeklinde, hızlı tempolu ama dolu dolu bir projeydi. O zaman 19 yaşındaydım, daha Berklee’de eğitimime başlayalı bir ay olmuştu. Berklee ders katılımları konusunda çok katı aslında, bir hafta gitmemek o dönem kalmak demek. Ama proje büyük olunca anlayış gösterdiler tabii. Büyük katkısı oldu hem CV’me hem de birikimime… Daha yolun en başında bu işlerin profesyonel dünyada, en yüksek seviyede ne şekilde yürütüldüğüne tanıklık etmiş oldum. 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşayan biri olarak türkçe söz yazarken zorlanıyor musun? Ya da yazarken, söylerken hangi dil daha kolayına geliyor?

Zorlanıyorum, ama Türkçe’ye hakim olmadığım için değil… Türkçe sözler yazınca, Türkiye’de tanıdık kim varsa, akraba sülale herkes ne dediğimi anlayabiliyor ya… Bu bir şekilde kısıtlıyor beni. Türkçe yazarken bu yüzden zorlanıyorum. İngilizce yazmak bu yüzden kolayıma geliyor. İngilizce’de düşüncelerimi, hislerimi kağıda dökerken çekinmiyorum, daha rahat yazabiliyorum… Bazen tam tersini yaptığım da oluyor ama. Mesela Türkçe konuşmayan biri hakkında Türkçe şarkı yazmışlığım da var, ki, o ne dediğimi anlamasın diye. 😀 Çok garip bu kadar özelime düşkün olup bir yandan da iç dünyamı şarkılarımda paylaşmak.

Türkiyede tarzına yakın bulduğun, severek dinlediğin isimler kimler? Yerli ve yabancı piyasada keşke beraber çalışabilsek dediğin birileri var mı?

Yabancı çok var. ODESZA, ROSALIA, Grimes, TOKiMONSTA, Björk…   

Türkiye’de de Ekin Beril, Sedef Sebüktekin… Ekin’in müzik teknolojisine yakın duruşu çok hoşuma gidiyor. Sedef’in sözleri, melodileri şahane… Çok yönlü bir prodüktör olduğu için Canozan’ın yaptığı işleri de ilgiyle izliyorum.   

Son parçan How Could We Ever Know’da söz, müzik, mix ve master’ın tabiri caizse her şeyin sana ait olduğunu görüyoruz. (Müzik konusunda bir profesör olduğunu söyleyebilir miyiz? :D) Kendini en rahat hissettiğin alan hangisi?

Bence daha yolun başındayım. Genç yaşta başlayıp, çok farklı farklı projelerde yer aldığım için uzun zamandır çalışıyormuşum gibi bir izlenim oluyor ama aslında 90 doğumluyum ve daha kat edecek çok yolum var. 

Ama şöyle bir gerçek var: benim her daim hedefim, kendi kendine yetebilen bir müzisyen olmaktı. Yani bu işin masraflarını falan anlayınca dedim başka yolu yok- müzik yapmak için her zaman kayıt stüdyolarına dökecek parayı ben nerden bulacağım? Bu işin sonu yok! Sonra da zaten stüdyo kayıt denemelerinde, ortak çalıştığım insanlarla iletişimimde, işin prodüksiyon ve mix aşamasına hakim olmanın ne kadar kıymetli olduğunu anladım. 

Benim için hepsi sanatımın bir parçası artık. Kendimi her aşamada rahat hissediyorum. Ama en çok kendimi zayıf hissettiğim konu mastering. Mastering işlemlerini istediğim ustalıkla uygulayabilmek için daha donanımlı bir stüdyoda çalışmam şart. Ama her şey zamanla… O da olacak bir gün elbet.

I know I’m lost, even when you find me cümlesini sana yazdıran sebepleri de merak ediyorum, kaybolmuşluk hissi sanki hepimizin bir noktada içinden geçtiği tünel gibi. Sen ne düşünüyorsun bu konuda?

Özgür ruhlu, yalnızlığına düşkün bir insanım. Kafama göre planlar yapıp uygulamayı seviyorum ve belirsizlik anlarıyla başa çıkarken hala zorlanıyorum. Böyle bir zamanda bile önümüzdeki 3-5 ayı her senaryoda ne şekilde geçireceğimi planladım- hatta not bile aldım… Kafam böyle işliyor. Ama herkesin kafası böyle işlemiyor tabii ki. Ben de bu özelliğimin tam zıttı özelliklere sahip bir insanla beraberim. Kendisi Amerika’da şu an. Bu işin başında ben panik halinde planlar yapmaya çalıştım her zamanki gibi; nasıl başa çıkmamız gerektiğine dair bu durumla, aceleci bir tavırla… Ama bazı şeyleri akışına bırakmak gerekiyor, biraz sakin olup bekleyip görmek gerekiyor… Karşındaki insanın doğasına saygı duymak gerekiyor. Benim yazdığım kelimeler bununla ilgiliydi aslında… Kaybolduğumu hissetmem, karşımdaki insanın doğasını düşünmeden yaptığım hesapların geçersiz olduğunu anlamamdan ötürüydü. 

Açıkçası benim seni ilk dinlediğim şarkı Intuition’du ve mükemmel bir klibi vardı. Oryantalist diyebileceğimiz tınıları içermesinin yanında bolca elektronik sesler içeriyordu. Doğu esintilerini daha az kullandın sanki sonraki şarkılarında. Belirli bir sebebi var mı?

“Intuition” ve içinde bulunduğu “Instincts“ adındaki EP’mi, ve hatta onun öncesinde Berklee’de öğrenciyken yaptığım “Traces“ adlı EP’yi bütün platformlardan kaldırdım. “To Love” adlı EP’im ile yeni bir sayfa açtım. Bir kaç sebebi var… Birincisi, “Traces“ ve “Instincts“, içime tam anlamıyla sinmeyen, benim gözümde demo seviyesinde, istediğim sonuçlara ulaşmakta zorlandığım çalışmalardı. Öğrenme çağı işte… Hala dinlediğimde her iki çalışmada da çok değer verdiğim fikirler, denemeler buluyorum, ama bir olmamışlık, yerine oturmamışlık var. İkincisi, her iki EP’de de Türk enstrümanlar kullanınca, beni tanıyan bilen insanlar hep her zaman yaptığım şarkılarda Türk enstrümanlar kullanacakmışım gibi bir beklentiye girdiler. Beni bir kalıba koymaya çalıştılar; sadece dinleyiciler değil, müzik endüstrisinde beni mercek altına alan şirketler de öyle… Müzik endüstrisi hep böyle işliyor aslında… İşin işletme kısmında olan insanlar “senin de özelliğin bu olsun!” diye bakıyorlar sanatçılara alıcı gözüyle bakarken… Enteresan, seni diğerlerinden ayıran bir tanıtım aracı aradıkları için. 

Ama ben bir müzisyen olarak hiç bir zaman şartlandırılmak ve kısıtlanmak istemiyorum. Bugün bir enstrümanı kullanırım, yarın kullanmam. Bu yarın öbür gün çıkaracağım şarkılarda Doğu esintileri olmayacağı anlamına gelmiyor tabii ki. 

Son olarak malum sebeplerden ötürü 3 aya yakındır İstanbul’da olduğunu öğrendik, İstanbul’da olmak sana nasıl hissettiriyor?

Ailemin evindeyim 3 aydır. İstanbul’un Avrupa yakasında, şehir merkezinden uzak bir yerdeyiz. Bulunduğumuz siteden 3 aydır çıkmadığımız için bunaldık, fakat halimize şükrediyoruz. Tam İstanbul’da olmak demeyelim buna… Yoğun olduğum için, sık sık sokağa çıkma yasakları uygulandığı için arabayla bile çıkmadık bu süreç içinde gezmeye. Tam tadını alamadım o yüzden bu ziyaretin. 

Ben uzun zamandır ailemden ayrı olduğum için biraz bu durumu avantaja çevirmeye odaklandım. Apar topar dönebilirdim Sonar İstanbul’daki sunumumun ardından ve hatta dönmeyi düşündüm de, ama biraz da onların yanında olmak için kaldım burda. Annem babam her zaman bana destek oldular, ama sitemle karışık tabii ister istemez… Kimse yavrusunun binlerce kilometre uzakta olmasını seçmez. Dolayısıyla bir nevi bu hepimize bir teselli armağanı gibi. Bir gün tabii ki döneceğim Amerika’ya, hepimizin hayatı kaldığı yerden devam edecek. Bu yaz olmazsa sonbaharda… Belki hayatımız boyunca hiç bir zaman bu kadar uzun süre bir arada vakit geçirmeyeceğiz. O açıdan bakınca, özgürlüğümün kısıtlandığı şu günleri iyi tarafından da görebiliyorum.

BİLLUR MARATONU

Guilty pleasure’ların var mı ?
Var. Sinirlendiğim anlarda içimdeki ergen uyanır ve Linkin Park’ın Hybrid Theory ve Meteora albümlerini dinlerim. Gilmore Girls’ün bütün bölümlerini ezbere bilirim ve her sene mutlaka en az bir defa baştan oturup izlerim. 

En sevdiğin kötü karakter kimdir? (dizi/film) 
Peaky Blinders- Tommy Shelby

Yurt dışında arkadaşlarına açıklamakta zorlandığın Türkiye’ye özgü bir hareketin oldu mu? Ya da böyle bir anın var mı ? 
Türkiye’de bir şeyi izah ederken ya da yediğimiz bir yemeğin tadına doyamayınca bir elin bütün parmaklarını bir araya getirip aşağı yukarı sallarız ya… İşte o yok Amerika’da. O harekete anlam veremeyen de çok, “aa İtalyan’lardan biliyorum” diyen de. 

Takıntıların var mı ? Varsa neler?
Titiz bir insanım. Temizlik konusunda takıntılarım var. Kendime ait bir düzenim var herkes gibi. O düzenden uzun süre uzak kalınca keyfim kaçıyor. Kısa dönemli tahammül ediyorum, ama uzun sürünce zorlanıyorum. Bir de çalışırken etrafımda dikkatimi dağıtan bir şey olursa tepem atıyor. Çalışırken rahatsız edilmekten hoşlanmıyorum. Gerçi kim hoşlanır ki? 

Gerçekten new jersey skandal bir yer mi? 😀
(How i met your mother’dan bildiğimiz kadarıyla bu soruyu soruyoruz)
Benim gözümde skandal olmasının tek sebebi: New Jersey’de kiralar o kadar yükseldi ki New York’tan hiç bir farkı kalmadı. New Jersey skandal bir yer değil aslında, sadece herkesin gözünde sönük, sıkıcı bir yer. Çoğu bölgesi sırf evlerden oluşuyor, daha çok New York’ta çalışan insanlar orda yaşamayı tercih ettiği, çalışma ve sosyal hayatlarını New York’ta geçirdikleri için… Ama her eyalet gibi orda da gezilecek görülecek yerler var elbette.

Vakit ayırdığın için teşekkürler 🙂
Ben teşekkür ederim. 🙂 

Başa dön tuşu