Kaleci-Oyuncu var!
Futbolda özellikle son 20 yılda gözlemlediğimiz değişimlerle birlikte, mevkiler ve taktikler iç içe geçmeye başladı. Artık forvetlerin savunma katkıları incelenirken, savunmacıların da hücum katkıları inceleniyor. Modern futbol anlayışında, kanat beklerinin hücuma katkılarının yanı sıra pas da yapabilmelerini isteyen hocalar, daha sonra merkez savunmacıların da pas yapmalarını istediler. Son 5 yılda ise “bağzı çılgın” teknik direktörler, bu işi kalecilerin de yapmaları gerektiğini söylemeye başladı. Peki tüm bu değişim isteğinin sebebi neydi?
Guardiola, Barcelona’ya teknik direktör olduktan sonra, topa sahip olma yüzdesi yüksek bir futbol ile birçok başarı kazanması, ilerleyen yıllarda birçok “küçük” Barcelona ortaya çıkmasına sebep oldu. Öyle ki kulüp takımlarının yanı sıra milli takımlar tarafından da bu oyun tarzı ağırlıklı olarak tercih edilmeye başlandı ve futbol iyiden iyiye “sıkıcı” hale geldi. Anlamsız yan paslar seyir zevkini düşürdü ve taraftarların yuhlamaya başlamasına neden oldu. Çünkü insanlar yüklü paralar harcadıkları ve uzun yolculuklar yaparak izlemeye gittikleri Dünya Kupası’nda, güzel futbol görmek istiyorlardı. Fakat “Bunu biz de yaparız ya nedir yani?” bakış açısıyla pas oyunu oynamaya çalışan milli takımlar, bu işi doğal olarak beceremeyince “hücuma yönelik yan top” değil de “topu kaybetmeyelim yan topu” yapan takımlar haline geldiler.
Tüm bunlar karşı bi sistem arayışını hızlandırdı. En büyük geri tepki Almanya’da fiziksel gücü ve top tekniği yüksek oyuncularla kurulan takımlarla başladı. Çünkü bu iki özelliğe sahip oyuncularla kurulu bir takım kurmak ütopya sayılıyordu. Bunun sebebi ise teknik takımların, kısa ve nispeten fiziksel gücü düşük oyunculardan kurulmasıydı. 2012-2013 sezonunda Jupp Heynckes’li Bayern Münih, Pep Guardiola’lı Barcolana’yı, Jürgen Klopp’lu Borussia Dortmund ise Jose Mourinho’lu Real Madrid’i Şampiyonlar Ligi Yarı Finalinde hezimete uğratarak, futbolda yeni bir değişim silsilesine neden oldu.
Bu kez yeni akım Klopp ile özdeşleşen “geggenpressing” taktiğiydi. Alman teknik direktör, rakibe yapılan karşı pres olarak tanımlanabilecek bu taktikle, pas oyunu yapan takımlara alan bırakmamayı baş prensip olarak takımına empoze ediyordu. Guardiola da topu kaybettikten sonra 6 saniyede topu geri almak için şok presleri kullanıyordu, bu görülmemiş bir şey değildi. Aralarındaki fark ise Klopp bunu pas oyunu oynamak ya da topa hakim olmak gibi bir amaçla değil, maçın başından sonuna kadar rakip takıma nefes aldırmamak ve kazandığı topları dikine oynayarak gol atmak üzerine kurgulamasıydı.
Bu durum iki taktiği futboldaki zıt kutuplar haline getirdi. Tüm bu zıtlaşma yüzünden bu kez de Pep Guardiola, yıllardır fantazisini kurduğu bir fikre bahane bulmuş oldu ve kalecilerin oyuna dahil olması ile ilgili taktiksel değişikliklere gitti. Barcelona’nın başındayken de “ayağı düzgün” kalecilerle çalışsa da özellikle Bayern’in başına geçtikten sonra kurgusal değişikliklerle, kanat bek oyuncularının ve kalecilerin görevlerini değiştirdi. Tüm bunların sonucunda Alman kaleci Neuer’in başarılı pas yüzdesi, birçok takımın orta sahasındaki oyuncuların seviyesine yükseldi…
Futbolun modern dönemine damga vuran bu iki teknik direktör, Manchester City ve Liverpool ile anlaştıktan sonra İngiltere’de buluştular ve dev kapışma burada da devam etti. Bu yeni serüvende Guardiola’nın ilk transfer hamlesi, takımın emektarlarından milli kaleci Joe Hart’ı takımdan göndererek pas isabeti yüksek bir kaleci olan Claudio Bravo’yu takıma dahil etmek oldu. Pas yüzdesi yüksek kaleci arayışının başlıca sebebi, oyunu geriden kısa paslarla kuran takımının, pres ile karşılaştığında hücumda fazladan bir oyuncu daha elde etmek isteğiyle açıklanabilir. Yani Klopp’un taktiği Guardiola’nın gelişmesine sebep oldu da diyebiliriz. Daha sonra yetersiz hale gelen Bravo yerine Ederson’u transfer eden Manchester City çıtayı iyice yükseltti. Artık City’nin rakipleri, City geriden oyun başlatırken rakip ceza alanının kenarlarında pozisyon almaya başladılar ve Ederson’a da pres uygulamaya çalıştılar.
Jürgen Klopp ise Şampiyonlar Ligi Finalindeki Karius fiyaskosu sebebiyle, yeni bir kaleci alınmasına karar vererek Roma’nın Brezilyalı kalecisi Alisson Becker’i transfer etti. Ortaya çıkan durum ise çılgıncaydı, çünkü bu iki Brezilyalı kaleci sadece golleri engellemekle değil pasla oyun kurmayla da görevlendirildiler. Savunma oyuncularının arasına giren oyun kuruculara alışkın futbolseverler, bu yeni anlayışta savunma oyuncularının arasında kalecileri görmeye başladılar. Bununla birlikte rakibin presini kırmayı hedefleyen takımlar, hücuma kalkarken kalecileri kullanarak markajdan kurtulan ortasaha oyuncusu ile hücumda fazladan oyuncuya sahip olmaya başladılar.
Özellikle rakibin ortasahasını direkt ara paslarla geçerek, topu hücumculara kazandırmak yani by-pass etmek için kaleciler çok kritik hale geldiler. Paris Saint-Germain’in 23 yaş altında çalışan ve son olarak Genoa’yla anlaşan Thiago Motta’nın dizayn ettiği 2-7-2 taktiği, hem kalecilerin ilerleyen yıllardaki görevlerini yeniden tartışmaya açacak hem de rakibin geriden oyun kurmasının zorlaştıracak bir taktik olması sebebiyle ilgi çekmeye başladı. Bu taktikte kaleci savunma oyuncularının arasında bile değil ilginç bir şekilde önlerinde yer alıyor. Evet yanlış okumadınız, kale boş ve kaleci oyun kurma konusunda önemli görevlere sahip. Ayrıca 4-3-3, 3-5-2 gibi kalecilerin sayılmadığı ve 10 kişiyle oluşturulan taktik dizilimlerin aksine, bu taktik 11 kişiyle oluşturuluyor yani kalecileri de oyuna dahil ediyor. Kalecinin de dahil olduğu 7 kişiyle oluşturulan ortasaha ile hücumcu bir anlayış benimseyen Motta, özellikle Psg dönemini dikkate alırsak, altyapıdan önümüzdeki yıllarda as takıma çıkacak kalecilere dikkat etmeliyiz.
Günümüz futbolunun hem uygulamaya çalıştığı hem de çare aradığı kaleciyle geriden oyun kurma fikri, belki bundan 20 sene önce gülünecek bir şey iken artık bir gerçek ve üzerine önemli tartışmalar yapılıyor. Tüm taktiksel değişimler, yeni bir taktiğin ortaya çıkmasına vesile oluyor. Günümüzde uygulanan geriden oyun kurma ve kalecilerin pas oyununda önemli görevler alması, ileride nerelere evrilecek hep beraber zevkle izleyeceğiz gibi gözüküyor.
Ortaya çıkan bu tablo ile birlikte ülkemiz futbolunun da gerçeklerini kabul etmeliyiz. Avrupanın büyük takımları, artık sadece oyuncu değil sistem ve taktik transfer etmeye başlamışken ülkemizde yabancı teknik direktörlerin azlığı sanki çok iyi bir şeymiş gibi yansıtılıyor. İstisnaların olduğunu kabul etmekle birlikte, fabrikadan çıkmış gibi takımların hemen hemen hepsi aynı taktikle sahaya çıkıyor. Çoğu teknik direktörümüzün kendini geliştirmemesi, kabul edelim ki Avrupadaki turnuvalarda ülkemiz takımlarının başarısızlığı olarak geri dönüyor. Avrupanın büyük takımlarıyla yarışmak için takımlarımızın gerekli taktiksel değişimleri takip etmesinin yanında, felsefelerini de sistemli bir şekilde kulüp politakası haline getirmeleri özellikle bu ekonomik koşullarda, bir zorunluluğa dönüştü.