High Fidelity ve Top 5 Listeleri

Zoë Kravitz’in Rob Brooks karakteriyle başrolünü üstlendiği High Fidelity (2020) dizisi her ne kadar üzerinden beş yıl geçmiş olsa da hâlâ bir “fan favorite” olmayı sürdürüyor. Bunun nedeni ise yalnızca ele aldığı tema değil; aynı zamanda dizi karakterlerinin müzikle kurduğu yoğun bağ olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Kravitz’in katkısı yalnızca başrol oyunculuğundan ibaret değildir.
Kravitz, dizinin yürütücü yapımcılarından biri olarak kamera arkasında da önemli bir sorumluluk üstlenerek bu görevi yaratıcı ekipten Veronica West, Sarah Kucserka, eserin yazarı Nick Hornby ve diğer isimlerle paylaşmıştır. Nitekim Kravitz’in katılımı oyunculukla sınırlı kalmamıştır; oyuncu seçimlerinden müzik tercihine, kurgudan dizinin genel havasını ve yönünü belirlemeye kadar pek çok yaratıcı süreçte aktif olarak rol almıştır. Hatta ve hatta orijinal romanın yazarı Nick Hornby ile doğrudan iletişime geçerek, hikâyenin özüne sahip çıkmak istemiş ve bu işbirliği sayesinde eser yeniden yorumlanırken orijinalinin ruhu da korunmuş olmuştur.
İlk 1995 yılında yayımlanan High Fidelity romanı, müzik tutkunu, ve kırılmaya meyilli ilişkilerle boğuşmakta olan bir Londralı erkeğin iç sesini okurla buluşturmuş ve kısa sürede kült bir esere dönüşmüştür. Hornby’nin mizahi ve alaycı dili, plaklarla ve “Top 5” listeleriyle kurulan kimlik oyunlarını, aslında bir neslin ilişki bocalamalarını hayli görünür kılıyordu. Romanın bu başarısı da dolayısıyla Stephen Frears’ın 2000 yılında yönettiği film uyarlamasına zemin hazırlamıştır.
Bu filmde ise John Cusack’in hayat verdiği Rob Gordon, hikâyeyi Chicago’ya taşımış ve Jack Black’in unutulmaz kariyer-çıkışıyla komedi ve müzik tutkusu öne çıkmıştır. İlginç bir ayrıntı vermek istersek, filmde Rob’un eski sevgililerinden birini canlandıran Lisa Bonet’nin, yıllar sonra Zoë Kravitz’in annesi olmasıdır; Kravitz 2020’de Hulu’nun High Fidelity dizisinde Rob karakterini üstlendiğinde bu bağ, kültürel hafızada hoş bir kapanış halkası yaratmıştır.
Hikâyenin her uyarlaması aslen aynı eksende döner: Rob’un geçmiş ilişkilerine bakarak kendini daha iyi tanıma çabası. Ancak her ilişki döneminde kendini arayışı farklı bir anlam kazanır. Roman, 90’ların Britanya’sında maskülenitenin kırılganlığını sergilerken; film versiyonu, Amerikan bağımsız sinemasının ironisiyle harmanlanmış bir kült statüsü elde etmiştir. Dizi ise hikâyeyi yeniden hayal ederek Rob’u bir kadın, üstelik biseksüel ve siyah yani “intersectional” bir karakter olarak yeniden kurgulamıştır. Brooklyn’in güncel kültürel atmosferinde geçen bu versiyon, sadece nostaljik plak raflarına değil, aynı zamanda kimlik çeşitliliğine ve queer temsiline de alan açmıştır.
Bu dönüşümler, eserin felsefi ve psikolojik katmanlarını da açığa çıkarır. Rob’un listelerle, şarkılarla ve geçmişiyle kurduğu ilişki, kimliği tüketim ve kültürel tat üzerinden inşa etme çabasının ironik bir yansımasıdır. Psikolojik açıdan, Rob’un narsistik kırılmalarını, ilişkilerde sorumluluk almaktan kaçışını görürüz; hikâye ilerledikçe büyümenin, ancak kendini başkasının gözünde görmekle mümkün olabileceği vurgulanır. Felsefi açıdan ise High Fidelity, geçmişte sıkışıp kalmanın tuzağını gösterir: sürekli eski ilişkileri ve eski şarkıları tekrar eden bir bilinç, “şimdi”yi ve geleceği ıskalar.
Queer okumalarda ise özellikle Kravitz’in dizisi öne çıkar; Rob’un cinsiyetinin ve cinsel yöneliminin değişmesi, hikâyeyi erkekliğin dar çerçevesinden çıkarıp aşkı, kimliği ve kaybı daha kapsayıcı bir biçimde yeniden düşünmeye davet eder. Eserin eğlenceli tarihine dair başka ayrıntılar da var: John Cusack’in sadece başrol oynamakla kalmayıp senaryoya katkıda bulunması; Jack Black’in neredeyse hiç seçilmemesine rağmen bu rolüyle kariyerinde sıçrama yapması; 2006’da Broadway’de sahnelenen, yalnızca 14 performans sürebilen kısa ömürlü müzikal uyarlaması…Ve tabii ki, High Fidelity’nin kültürel sözlüğe armağan ettiği “Top 5” listeleri: bugün hâlâ müzik, film ya da aşk üzerine liste yaparken bu alışkanlığın kökeni Hornby’nin romanına dayanıyor.
Tüm bu versiyonların ortak noktasında basit ama güçlü bir fikir yatar: gerçek olgunluk, kendimizi şarkılarla ve listelerle tanımlamakta değil, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerde sorumluluk almakta saklıdır.