bi'şeyler

Adreslenmemiş Mektuplar

Mektup yazmayı seven biri olarak—ister bir dosta, özel birilerine, bir aile ferdine ya da aslında hiç kimseye yazılmış olsun—hep merak ediyorum: Acaba 21. yüzyılın bu hızlı iletişim çağında hâlâ benim gibi bu forma tutunan başkaları da var mı? Çoğu zaman yazdığım mektuplar adreslenmemiş kalıyor; onlar benim için bir tür öz-terapi. Bazen Substack hesabımda paylaşıyorum, bazen de terapistime gönderiyorum; zihnim ve kalbimin nerelere uzandığını daha iyi görebilmesi için.

Bir yanda anlık mesajlaşmaların hızı, diğer yanda tükenmez kalemin kâğıt üzerinde ağır ağır ilerleyişi… WhatsApp grupları, DM’ler arasında yaşarken bile pek çok insan hâlâ yazının bu yavaşlığını bence çekici bulmalı. Hatta postaya verilmese, bir zarfa hiç girmese bile. Mürekkebin kâğıt üzerinde kıvrılarak akışı, italik ya da kargacık burgacık yazıların hipnotik bir yanı var. İnsan bazen sesli söylemeye cesaret edemediği, kimseye anlatamadığı sözleri işte bu şekilde döküyor.

Günümüzde bu mektup yazma pratiği, yükselen analog kültürün bir parçası adeta. Plak toplamak, analog makineyle fotoğraf çekmek, el yazısıyla günlük tutmak, dolma kalemin keyfini sürmek… Hepsi aynı duygunun yansımaları: hızın bulanıklığına karşı bir direnç, nostaljiyle bugünü yeniden anlamlandırma uğraşı. Özellikle gönderilmeyen, “adreslenmemiş mektuplar”ın terapiyle de güçlü bir bağı var. İnsanlar bazen yüzleşemeyecekleri kişilere, bazen geçmişteki kendilerine, bazen de hayali gelecek benliklerine yazarlar. Burada ticari açıdan ilginç bir alan açılıyor: hızla büyüyen wellness sektörü. Günlük tutma atölyeleri, mindfulness kampları, butik kırtasiye markaları… Hepsi bu “yavaş, bilinçli ifade” arzusuna yanıt veriyor.

Kişisel arşivlerde bu mektuplar birer zaman kapsülüne dönüşüyor. ‘Affirmation’’larla dolu bullet-journal defterleri, tıpkı fotoğraf albümleri, kişisel denemeler ya da telefonumuzdaki sesli notlar gibi modern bir hafıza tutma yöntemi haline geliyor. Hatta mektup yazma hissini taklit eden uygulamalar bile geliştiriliyor. Tüm bunlar aslında bir tür “yavaş iletişim”: slow-food ya da slow-travel hareketlerine benzer şekilde.

Bugün adreslenmemiş mektuplar çoğu kez blog yazılarında ya da Substack bültenlerinde karşımıza çıkıyor. Hatta sosyal medyadaki uzun ‘rantler’ bile çoğu zaman bir kişiye değil, topluma yazılmış mektuplar gibi okunabilir. Ve tam da burada asıl mesele ortaya çıkıyor: Kişisel iletişimin ticarileştiği—hediye kartları ve kişiselleştirilmiş ürünler—bir dönemde, adreslenmemiş mektuplar bambaşka bir yerde duruyor. Onlar artık, modern zamanın küçük bir lüksü: içsel bir mahremiyet, usul ve samimi bir ayrıcalık.

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu