Nereden Nereye…
Osmanlı toplumunda cinsiyetler arasında çok büyük bir eşitsizlik vardı; bu gerçek yaşamda olduğu kadar, İslami yasa ve kurallarla hukuksal olarak da perçinlenmiş bir eşitsizlikti. Cehaletin kol gezdiği kesimlerde ise kadınlara üstünlükleri ile ilgili tek dayanakları olan Nisa Suresi’nde, erkeğin kadına üstün olduğunu ve onu dövebileceğini belirtiyordu. Kadınların kamu yaşamına katılma hakları yoktu. Ayrıca öğrenim olanaklarından da yararlanamıyorlardı. Özel yaşamları da erkeklerin denetimi altındaydı: istedikleri giysileri kendileri seçemiyorlardı. Bu bağımlılık ve eşitsizlik, doğrudan doğruya cinsellik alanına da yansıyordu; kadın, canı istesin va da istemesin, erkeğin her türlü cinsel isteğine her zaman olumlu cevap vermekle yükümlüydü. Çok eşlilik, kadının aracılar yoluyla eş bulması ve istediği eşi serbestçe seçememesi de bu eşitsizliğin diğer görünümleriydi.
19. yüzyılda, Batılılaşma adıyla bilinen kültürel reform çabaları bu alanda da bazı adımların almasına yol açtı. 1863’te Abdiilaziz kızlar için bir öğretmen okulu açılmasını emretti. Kadın giysilerinde belli bir serbestleşme görüldü. Ancak, bu yeniliklerden nüfusun çok küçük bir varlıklı kesimi yararlanabilmekteydi. Örneğin 1875’te İstanbul’da açılan Amerikan Kız Koleji’ne sadece bu küçük azınlığın Avrupa’lı mürebbiyeler elinde yetişmiş kız çocukları gitmekteydi. Daha sonra kadın hakları hareketinin öncülerinden biri olacak Halide Edip Adıvar da bunlardan biriydi. 2. Meşrutiyetten (1908) sonra, Halide Edip’in başkanlığında “Teali-i Nisvan” ,“Kadınların Yükselişi adında bir kadın dernegi kuruldu. Üst tabakalara mensup kadınlar peçesiz ve ince peçelerle dolaşmağa başladılar. Ama daha büyük bir dönüşüm, 1. Dünya Savasında olur; erkeklerin silah altına alınmasından ötürü, çok sayıda kadına silah ve besin sanayinde iş olanakları açıldı. PTT’de, bankalarda, hastanelerde kadınlar çalışmaya başladılar. Bu dönemde, düşünsel alanda da Ziya Gökalp, evlenme, boşanma ve miras konularında kadınların eşit haklara sahip olması gerektiğini savunmaktaydı.
Nihayet, Kurtuluş Savaşı geniş bir kadın kitlesini bağımsızlık mücadelesine ve siyasal eylemciliğe itti. Bir çok kadın, Anadolu’da Kuvayı Milliye’ye katıldı. Atatürk, 3 Şubat 1923 tarihli konuşmasında, kadınların Kurtuluş Savaşındaki kahramanlığını över ve onlara “özgürlük, eşit öğrenim olanakları ve erkeklerden farksız bir toplumsal statü” vaad etti. 1926’da, güçlü bir muhalefete rağmen kabul edilen İsviçre Medeni Kanunuyla da kadın – erkek eşitliği hukuki bir çerçeve kazandı.
Medeni kanun çok eşliliği kaldırmakta, taraflara eşit boşanma hakkı tanımaktadır. Bu yasayla, çocukların gözetimi, eskisinden farklı olarak ana – babanın her ikisine birden verilmektedir. Ölüm halinde çocuğun vesayeti, ister kadın ister erkek geride kalan eşe, boşanma halinde ise hakimin takdirine bırakılmaktadır. Mirasta, kadın ve erkek mirasçılar arasında tam eşitlik ilkesi kabul edilmekte, eski aracı yoluyla evliliğin yerine, kadın huzurunda evlilik yapılması koşulu getirilmektedir. Öte yandan, 1930 ve 1934 yıllarında, kadınlara belediye ve parlamentoya seçme ve seçilme hakkı da tanınmıştır. Türkiye, bu açıdan, daha eski demokrasilere de öncülük etmiştir: birçok Avrupa ülkesinde kadınlar bu hakkı daha sonraki yıllarda elde etmişlerdir. Bununla birlikte, günümüzdeki tartışmaların da gösterdiği gibi, Türk Medeni Kanunun salt hukuk düzeyinde bile tam bir cinsel eşitlik getirdiği söylenemez.
Yasa gereği, aile başkanı kocadır; kadın, kocasını izlemek zorundadır ve oturma yeri de koca tarafından saptanacaktır. Kadın evin dışında iş yapmak için kocasından izin almak zorundadır. Bütün bu eksikliklerine rağmen Medeni Kanun, kadının toplumsal rolünde eskisine oranla köklü bir dönüşümün ifadesi olmuştur. Ama cinsel eşitlenmeyi asıl hızlandıran etken, hiç kuşkusuz, sanayileşme ve kentleşme sürecidir. Bu süreç, kadınlara yeni ve çok çeşitli iş ve hareket alanları açmakta ve onların daha bağımsız, daha özgür bir toplumsal işlevle üstlenmelerini sağlamaktadır. Günümüzde kadınlar çalışarak aile bütçesine katkıda bulunmakta, hatta birçoğu eşlerinin yardımı olmadan ya da bekar yaşamaktadırlar. Nisa suresi, “erkek üstündür çünkü kadın beslemekte, ona kendi malından sarfetmektedir” diyordu. Bugün kadın kendi kendini “besleme” olanağına sahip olduğuna göre, erkek egemenliğinin ekonomik temeli de ortadan kalkıyor diyebiliriz.