bi'şeyler

Kerouac’ın Beat Ruhuyla Z Kuşağı Arasında

Jack Kerouac’ın On The Road romanını ilk kez elime aldığımda, aramızda büyük bir mesafe olacağını düşünmüştüm. 20. yüzyılın Beatnik ikonlarından, caz kulüplerinin dumanlı havasından, artık var olmayan Amerika yollarından bahsediyordu sonuçta. Ama daha ilk satırlarda bambaşka bir his kabardı içimde: Kerouac’ın savruk cümleleri, bir anda farları üstüme çevrilmiş bir kamyon gibi zihnime çarptı. Hem dağınık hem parlaktı; üstelik tam da bu haliyle onu dev bir edebiyat figürü yapan gücünü hissettirdi. Gilmore Girls’ün bir bölümünde gördükten sonra merakla aldığım On the Road, bana geçmişten çok bugünü açıyordu. Z kuşağından biri olarak Kerouac okumak, sanki tozlu bir klasikle değil, dağınık bir Twitter akışıyla karşılaşmak gibiydi.

Kerouac’ın “spontaneous prose” diye adlandırdığı üslubu, yazıyla hayat arasındaki sınırları ortadan kaldırıyor. On the Road gençliğin ve özgürlüğün büyük anlatısı olarak kabul edilse de, Satori in Paris çok daha farklı: taksiler, barlar, otel lobileri arasında geçen dağınık günceler gibi. Parça parça, ani ruh halleriyle, kimi zaman da yarım kalmış şakalarla dolu. Bir romandan çok sosyal medya güncellemesi gibi okunan bir metin. Ve tam da bu yüzden Kerouac bana bugünün bir yazarı gibi geliyor: kaosu kabullenişi, kendini pürüzsüz bir bütün haline getirmeyi reddedişi; edebi kimliğini parçalar halinde kurmasıyla.

Beatnik karakteri de bu etkiyi artırıyor. 1950’ler ve 60’larda pek çok yazar “otorite” figürüydü: Hemingway’in kısa, sert ve erkeksi üslubu; Bukowski’nin alkol, yalnızlık ve toplumun kenarındaki karakterlerle örülü kirli gerçekçiliği… Kerouac ise bambaşka bir yerde duruyordu. O bir yolcuydu, bir sarhoştu, bir mistikti, bazen de gönüllü bir soytarı—yaşamla yazı arasındaki sınırları bulanıklaştırarak, edebiyatı anlık bir performansa dönüştürüyordu.

Bugünün Z kuşağı için bu şaşırtıcı derecede tanıdık geliyor. Onun dağınık paragrafları, meme kültürünün ritmini ya da “shitpost” ironisini andırıyor; kendini sürekli yazıya yerleştirmesi, kişisel markalaşmanın öncülü gibi görünüyor; itiraf dolu içtenliği, günümüzde Substack bültenlerinden TikTok monologlarına uzanan yeni itiraf kültürünü hatırlatıyor. Bir zamanlar “disiplinsiz” ya da “skandal” sayılan bu yazı tarzı, bugün bizim varsayılan gerçekliğimiz.

Elbette Kerouac bizim için yazmadı. Onun Paris’i bizim Paris’imiz değil, onun hayal kırıklıkları da bizimkilerle bire bir örtüşmüyor. Ama Satori in Paris’te kaydettiği her utanç anı, her tuhaf karşılaşma bugün hâlâ kendini çok güncel hissettiriyor. Kerouac’ın yaptığı şey, filtresiz bir dürüstlük: her ne kadar kendisi disiplinli bir yazar olsa da—parlatılmış bir deneme değil, “işte ben, şu an, tüm dağınıklığımla” diyen bir akış.

Belki de Onun asıl “satori”si tam da buydu: edebiyatın anıtsal olmak zorunda değil, yalnızca canlı olması gerektiğini fark etmek.

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu