sanat

2 Dizi Arası Aile

Aile, denilen şey çoğu zaman zorlayıcı olabiliyor. Kemikleşmiş bir hiyerarşide eril olanın tahakkümüne, neredeyse ilk ailede tanık olduğumuza inanıyorum. Aileye dair ayrıcalıklı hetero toplum, her fırsatta onun kutsal oluşunu yineleyip tüm araçlarıyla da mutlak ve seçilemez olduğunu empoze etmekte. Oysa etrafımızda da gördüğümüz gibi aile kurulan, yıkılan ve terk edilip belki tekrar kurulan bir şey. Bu yüzden aile bağlamında odaklanmak istediğim, “aileni seçemezsin” söylemine karşılık kişilerin hayatında ne kadar farklı deneyimlerin olabileceğini iki dizi özelinde anlatmak.

Pose

Dizinin introsunda duyduğumuz ses izleyiciye, “Category is live, work, pose” dedikten sonra 1987 New York’unu sunuyor. LGBTQ bireylerin yaşadığı eşitsizlikleri, buna karşılık verilen mücadeleleri, seçilmiş aileleri ve drag balolarını konu alan oldukça dramatik bir dizi. Gay ve transseksüel oyunculara yer verilmesi diziyi daha değerli kılmakla birlikte hem döneme hem de bir kültüre dair çok şey öğretiyor. En çarpıcı şey çocuklarına sırtlarını dönüp, onları evden kovan biyolojik ailelere (atanmış aile) karşı kurulan alternatif aileler (seçilmiş aile). İlk sezonda seçilmiş ailesinden ayrılan Blanca kendi ailesini ve evini kurmak isterken, atanmış ailesi tarafından evden kovulan dans öğrencisi Damon ile parkta karşılaşır. Damon’a yardım eden Blanca böylece  Evangelista adlı ailesinin temelini oluşturur. Seçilmiş annesiyle yaşadığı gerginlikler, arkadaşı Pray Tell ile HIV pozitif olduğunu öğrenmesi ve yoldaşlıkları, çocuklarına karşı tutumuyla Blanca, izleyenlere seçilmiş ailenin LGBTQ toplumu için önemini gösteriyor. Aynı zamanda karakterlerin atanmış aileleriyle ilgili sahne ve diyaloglarında bazı şeylerin acımasız ve taraflı olduğunu da anlıyoruz. Oysa dizideki seçilmiş ailenin, en zor zamanlarda bile yardımlaşmayı merkezine alan ve kurtuluşun tek başına olmadan hep beraber gerçekleştirileceğini, sevmenin, ait hissetmenin en güzel halini gösteriyor oluşu çok güzel. Buna da dizinin en ikonik sahnelerinden olan, Blanca ve Pray Tell’in Diana Ross’un Ain’t No Mountain High Enough* şarkısına yaptığı drag performansta fazlasıyla hissediliyor.

Succession

Müthiş bir müzikle açılış yapan ve aile içindeki gerginliği introsunda hemen izleyiciye hissettiren bu diziye başladığımda tüylerim diken diken olmuştu. Şu ana kadar üç sezon yayınlanmış olan Succession, bize daha günümüz bir New York’u gösteriyor.

Waystar Royco adlı bir şirkete sahip olan Roy ailesinin, hem şirket hem de aile içi meselelerine tanık oluyoruz.

Şirketin sahibi ve ailenin babası Logan Roy’un yaşadığı sağlık sorunundan sonra şirketi, 4 çocuğundan hangisinin yöneteceği merak konusu olurken, hem bir baba hem de yönetici olarak insanların üzerindeki tahakkümüne şahit olmak tetikleyici bir durum. Acımasız, çıkarcı ve bencil bir baba/patron olarak gördüğümüz Logan Roy, belki de Türkiye televizyon tarihinde en uyuz karakter olan “üvey baba” ile kapışabilir. Ama Logan Roy isterse üvey baba dizisinin haklarını satın alıp, bu savaştan da galip çıkabilir! Ailenin geneline bakacak olursak birbirine mesafeli, belli ritüelleri yerine getirme kaygısı olan ve konumları bakımından fazlasıyla medyatik kişiler olduğunu anlıyoruz. Para ve statü tartışmaları hem aile hem de şirket içinde oldukça belirgin. Özellikle babanın çocuklarıyla olan ilişkisinde göze çarpan zorbalık, küçümseme ve aşağılama, atanmış aile yapısına dair bir deşifre niteliğinde.

Farklı zamanlarda izlediğim, biri final yapmış diğeri de dördüncü sezon çekimlerine başlamış bu iki harika diziyi zihnimde ansızın eşleştirme sebebimin, işlenen aile ilişkilerinin olduğunu anladım. Elbette aile ilişkileri ve içindeki hiyerarşi, dizi/filmlerde görmeye fazlasıyla alışkın olduğumuz konulardan biri. Ama Pose ile Succession’nda bize aile ilişkilerine dair benzerlikler sunulsa da birinde sarsılmaz bir kurum olmadığı apaçık ortada. Aslında iki dizinin birbirine epey zıt olması aile kavramının beyaz ayrıcalığı, dönem farkı ve sosyoekonomik alandaki yerini de ortaya koymakta. Kırılgan erkekliklerin evin direği seçildiği kırılgan ailelerde, toksik ve normların belirgin kurallarla çevreli olduğu kanısındayım. Atanmış ailenin makbul kılınması ve ona karşı sonsuz hürmet duyma zorunluluğu, makbul olmayan aile bireylerini ötekileştirmeye ve kriminalize etmeye de yarıyor. Seçilmiş aile kavramının varlığı ise mutlak ve makbul olmak zorunda olmadığımızı, hayatımızın bizim olduğunu ve toplumsal normların yarattığı kaygılarla tahakküme boyun eğmeden yaşama hakkına sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Aile yeri geldiğinde seçilebilir yeri geldiğinde de yıkılabilir. Günün sonunda eşit ve baskının olmadığı bir ilişki bütünü makbul olmalı.

 

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu