Bilal Bey

Bilal Bey vardı. İlk defa dükkâna girdiğimde o nostaljik havayı sezdim. Küçük bir yerdi burası. Bir akşamüstü terzilik işlerimi almaya gitmiştim. Beni beklememişti, çünkü “Yarın gel.” demişti. Daha önce hiç uğramamıştım, annem bırakmıştı paçası kesilecek pantolonlarımı.
İçeri girer girmez içimi bir sıcaklık kapladı, garip bir samimiyet hissettim. Sanki burası dünyadan ırak bir yerdi ve zaman burada farklı işliyordu. Hatta durmuş gibiydi. Bilal Bey gözlüklerinin üzerinden bana baktı ve sordu:
“Ne vardı sizin?”
“Üç parça paça.”
Etrafa göz gezdirdim. Her yer iğne, iplik ve kumaş doluydu. Arka duvarda bir televizyon vardı ve ekranda bir belgesel oynuyordu. Acaba bu adam bütün gün ve akşamları belgesel eşliğinde mi dikiş dikiyordu?
İçimi bir huzur kapladı, kendimi güvende hissettim. Fakat bakışlarından anladığım kadarıyla beni pek de orada istemiyor gibiydi. Malum, akşam olmuştu ve işini bitirip evine gitmek istiyordu. Tam o sırada kapıdan içeri girmiştim. Neyse ki işimi tamamlamıştı. Sadece ütülemesi kalmıştı.
Beklerken etrafa biraz daha baktım. Burası küçük ama kendine ait kuralları olan bir dünyaydı. Ve bu dünyanın hâkimi Bilal Bey’di. Onun dediği geçerdi burada.
Ütünün buharı havaya karışırken dükkândaki ağır kumaş kokusuna ince bir sıcaklık eklendi. Eski bir rafın üzerine bırakılmış, sararmış dergiler dikkatimi çekti. Kapağında eski İstanbul’dan bir manzara olan, köşeleri kıvrılmış bir tanesini elime aldım. Sayfalar arasında gezinirken, bir yerlerde unutulmuş gibi duran ağır duvar saati yavaş ama kararlı tik taklarla zamanı ölçüyordu. Dışarıda akşam iyiden iyiye çökmüş, iftar vakti neredeyse gelmiş ve vitrinin buğulu camına sokak lambasının solgun ışığı vuruyordu. Sessizliği sadece televizyonun kısık sesle akan belgeseli bozuyordu; bir kurt köpeği yavrusu kadraja girerken anlatıcının tok sesi dükkânın içine yayıldı.
Bilal Bey, ütünün başında durup hafifçe eğilmiş, işine odaklanmıştı. Gölgeler yüzüne düşse de gözlüğünün ardından hâlâ dikkatle bakıyordu. Ellerindeki ustalık, her hareketine sinmişti; kumaşı kavrayışı, ütüyü kaydırışı, neredeyse ritmik bir düzende ilerliyordu. Bir an duraksayıp gözlüğünü düzeltti, sonra başını kaldırmadan konuştu: “Eskiden böyle değildi buralar. Şimdi herkes acele içinde, kimsenin vakti yok.” Sesinde hafif bir yorgunluk vardı ama bir yandan da geçmişin içinde kaybolmuş birinin sıcaklığı seziliyordu. O an fark ettim; bu dükkân, sadece bir terzi atölyesi değil, aynı zamanda zamanın yavaşladığı, eskiye dair anıların soluk alıp verdiği küçük bir dünyaydı…