bi'şeyler

Umuda İsyan!

Irksal özgürlüğün hikâyesi Amerika’da bağımsızlık bildirgesiyle değil, aksine bazı zincirlerin gıcırtısıyla başlamıştır. 1739 yılında Güney Carolina’daki Stono Nehri kıyısında, bir grup köleleştirilmiş Afrikalı, tarihin seyrini değiştirecek o isyan başlatmıştır. Güneşin doğduğu o sabah, ellerinde davullar, tarlalardan ve bataklıklardan yükselen ses yalnızca öfkenin değil, bir bütün insan olmanın ilanıydı. Stono İsyanı, Amerika kıtasındaki en büyük köle ayaklanmasıydı, ve aynı zamanda sonraki iki yüzyılı şekillendirecek bir direniş zincirinin de ilk halkası.

Bu isyanın ardında yalnızca zulme karşı bir öfke değil, aynı zamanda askeri disiplin ve kolektif bir bilinç vardı. İsyana katılanların çoğu Afrika’nın Kongo bölgesinden gelmişti; bazıları eski askerdi, bazıları Katolikti, ve çoğu özgürlük fikrini hâlâ hatırlamaktaydı. Orada özgür olacaklarına inanaraktan ellerinde silahlarla güneye, İspanyol Florida’sına doğru yürüdüler. Başarısız olmalarına rağmen Stono’nun yankısı sessiz kalmadı. İlerleyen süreçte, özellikle 1740’ta çıkarılan yasalar köleleştirilmiş insanların okuma yazma öğrenmesini, ve birlik olmak üzere direnişe toplanmalarını yasakladı. Beyaz ırk artık özgürlüğün bulaşıcı bir fikir olduğunu anlamıştı.

Bu ilk kıvılcım, yıllar içinde farklı biçimlerde yanmaya devam etti. 1831’de Virginia’da Nat Turner, “Tanrı’dan aldığı bir işaretle” yola çıktı. Turner için özgürlük bir siyasi mesele değil, nitekim kutsal bir görevdi. Köle sahiplerinin evlerine giren ve bir karabasan gibi ilerleyen bu isyan, beyaz Amerikalılarda tarifsiz bir korku, siyah Amerikalılarda ise yeni bir umut uyandırdı. Turner’ın asıldığı gün bile, onun kehanetinin yankısı durmadı: özgürlük talebi bastırıldıkça daha da güçleniyordu.

Yarım yüzyıl sonra, fakat bu kez beyaz bir adam aynı alevi kendi vicdanında taşıyacaktı. 1859’da John Brown, Harpers Ferry’de federal bir silah deposunu ele geçirmeye çalıştı. Amacı köleleştirilmiş halkı silahlandırmak ve büyük bir ayaklanma başlatmaktı. Başarısız oldu, yakalandı, ve sonucunda idam edildi. Yine de ölmeden önce söylediği cümle Amerika tarihine kazındı: “Köleliğin günahı ancak kanla silinecek.” Onun kanı, birkaç yıl sonra başlayacak İç Savaş’ın bir habercisiydi.

Yüzyıllar geçtikçe, direnişin biçimi değişti; ama özü aynı kaldı. Artık zincirler değil, sistemler vardı; tarlalar değil, şehirler… 1973’te Ivan Dixon’ın yönettiği, Sam Greenlee’nin aynı adlı romanından uyarlanan “The Spook Who Sat by the Door,” bu uzun direniş geleneğinin sinemadaki yankılarından biriydi. Film, CIA’e alınan ilk siyah ajan Dan Freeman’ın hikâyesini anlatıyordu. Freeman, öğrendiği taktikleri sistemin içinden alıp kendi halkının özgürlüğü için kullanan bir figüre dönüşür. Artık isyanın alanı tarlalar değil, kurumların içiydi; silahlar kadar fikirler de önemliydi. The Spook Who Sat by the Door, köleleştirilmiş insanların zincirlerini kırmaya çalıştığı Stono’dan bu yana süren mücadeleyi şehir sokaklarına, ekrana ve zihinlere taşıdı.

Bu dönemin ruhunu en iyi özetleyen cümlelerden biri, Kara Panter Partisi’nin Chicago temsilcisi Fred Hampton’a aittir: “Bir devrimciyi öldürebilirsiniz, ama devrimi öldüremezsiniz.” Bu söz, Stono’dan Harlem’e, ekranlardan kalplere uzanan direniş çizgisinin özünü taşır: bedeni susturmak mümkündür, ama fikri asla.

Yıllar sonra Spike Lee’nin filme yeniden görünürlük kazandırması da tesadüf değildir. Çünkü bu hikâye, yalnızca siyahların değil, insanlığın direniş hikâyesidir. Bir nehrin kıyısından başlayan özgürlük isteği, ekranın karanlığına kadar uzanır. Stono’dan Nat Turner’a, John Brown’dan Dan Freeman’a uzanan çizgi, aslında tek bir cümlede birleşir: “Bizi susturamazsınız.”

Direniş, bazen bir nehrin kenarında yankılanan davullarda, bazen bir filmin karanlık karesinde gizlenir. Ama hep aynı melodiyi taşır: özgürlük, önce hayal edilir, sonra hatırlanır, sonunda yaşanır.

Başa dön tuşu